ÜYE OLMAK İÇİN ALTTAKİ LİNK İ TIKLA

12 Şubat 2013 Salı

 Ebdal Kumral, tefekkür halindedir... Birden yanında Hızır aleyhisselâm beliriverir! Osman Gazi'yi kastederek. "O yiğidin istikbali çok parlak" der, "Var bul onu ve müjdeyi ver!" -Nasıl bir müjde? -Yakında rüyasını görür!.. Ebdal Kumral, dergâha koşar. Vardığında sohbet başlamıştır. Bir köşeye sokulur, diz çöker. Bakın şu işe ki Osman Gazi de oradadır. Genç mücahid kelimesini kaçırmadan şeyhini dinlemektedir... "Toprağa bağlanın!" Edebâlî Hazretleri "Toprağa bağlanın!" der, "Su kullanın, ağaç dikin, bahçelerinizi elden geçirin." (Bunlar bu coğrafyada kalıcı olduklarına dair işaretlerdir) "Fukaraya sahip çıkın, âlimlere hürmet edin..

 şu yer küre bu milletin çalınmış malınıdır


." Gecenin ilerleyen saatlerinde Osman Gazi el öper, müsaade ister. Edebâlî hazretleri gözlerini kısar, geceyi dinler. Sonra nedendir bilinmez "Sabah ola hayrola" der, "gelin kalın burada!"... Bu diyarda ona itiraz ne mümkündür. "Başüstüne" der, baş eğerler. Derhal döşekler serilir... Osman Gazi ayağını uzatıp yatamaz. Zira odanın duvarında Mushaf-ı Şerif asılıdır... Bir köşeye bağdaş kurar, tesbihi ile baş başa kalır. Ama bir ara içi geçer, Edebâlî Hazretlerinin göğsünden çıkan bir nurun kendini kuşattığını görür. Sonra vücudu çınara döner. Dallanıp budaklanır ve çok büyür. Yaprakları bulutlara varır, kökleri kıtaları tutar. Dağlar ovalar, nehirler, şehirler... İnsanlar bölük bölük gelir gölgesine girerler. Huzurlu ve neşelidirler... Osman gazi rüyanın heyecanıyla gelir kendine... Müezzinin yanık sesi odayı doldurur. Mescide geçerler. Osman gazi rüyanın tesirindedir hâlâ. Ebdal Kumral sorar. "Ne oldu sana?" -Bir rüya gördüm hocam. Garip bir rüya!
ecdad yadigarı  sahibini bekliyor

 -İyi ya, işte fırsat. Şeyhimize arzeyle!.. "Doğru söylüyorsun!" Osman Gazi, mahcup mahcup rüyasını anlatır. Edebâlî Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından "Ey oğul. Sana müjdeler olsun!" der, "Göğsümden çıkan nur kızımdır (Bâlâ Hatun). Seni kuşatması evleneceğinize işarettir... Ağaca gelince: Sen büyük bir devlet kuracaksın. Evlatların adaletle hükmedecekler. Allahü teâlâ seni ve neslini insanların İslâm'la şereflenmesine vesile edecek... Ebdal Kumral heyecanlıdır. "Vallahi doğru söylüyorsun!" der: "Hızır aleyhisselamın bildirdiği müjde bu olmalı!" 
 Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi'nin bir evliya mürşid olduğunu, Hızır Aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de görüştürmesini istermiş. Bir gün Yahyâ Efendi ve Kânûnî, kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmışlar. Yahyâ Efendi yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa binmiş. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendi'nin ahbâbı, devamlı Kânûnî'nin parmağındaki çok kıymetli bir yüzüğe bakıyormuş. Kânûnî bu hâli fark edince, parmağındaki yüzüğü çıkarıp; "Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz" diye uzatmış. O zât yüzüğü alıp, evirip çevirdikten sonra, denize atıvermiş. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret etmişler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaşmış. O zât ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultân'a uzatmış. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük varmış. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes yine çok hayrete düşmüşler. Kânûnî elini uzatıp yüzüğü alınca, adam birdenbire gözden kayboluvermiş. Kânûnî, Yahyâ Efendi'ye dönerek; 

öz  vatanım öz  yurdum
"Ağabey, neler oluyor?" diye sormuş; "O gördüğünüz Hızır Aleyhisselâm idi" cevâbını vermiş Yahyâ Efendi. Kânûnî bunun üzerine; "Bizi niye tanıştırmadınız?" diye sorunca, Yahyâ Efendi şöyle cevap vermiş; "O kendini tanıttı; ama siz tanımakta geç kaldınız" . Siz bu orduyu yenemezsiniz Kanuni Sultan Süleyman Han, haçlı saldırılarına son vermek için ordusuyla sefere çıkmıştı. Ordu, ağır ağır ilerliyordu. Yol dar olduğundan, ordu mecburen bağların içinden geçiyordu. Hava çok sıcak olduğundan asker susuzluktan kıvranıyordu. Çok güzel üzümleri bulunan, bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopararak biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti. Çok geçmeden mola verildi. Asker, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiğini gördü. Hıristiyan köylü ısrarla Padişah ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanuni’nin huzuruna götürdüler. Kanuni sordu: - Nedir bu hâlin, kan ter içinde kalmışsın, yoksa askerler sana zarar mı verdi? - Ben şikayet için değil memnuniyetimi bildirmek için geldim. Böyle bir askeri, böyle bir komutanı tebrik etmemek insafsızlık olur. - Askerlerim sizi memnun edecek ne yapmışlar? - Askerleriniz bağdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağlı bir kese gördüm. İçini açtığımda para vardı. Dikkatli baktığımda, bir salkım üzümün koparıldığını gördüm. Anladım ki koparılan üzümün parası olarak bırakılmış. Sizde böyle güzel ahlaklı asker olduğu müddetçe sırtınız yere gelmez. Kanuni, derhal o askerin bulunmasını emretti. Hıristiyan köylü, bu askere ne gibi mükafat verecek diye merakla beklemeye başladı. Nihayet asker bulunup, Padişahın huzuruna getirildi. Kanuni, (Niçin izinsiz iş yaparsın? Parası verilmiş olsa bile, sahibinden habersiz mal almanın caiz olmadığını bilmiyor musun?) diye askeri azarladı. Sonra da, (Bu asker derhal ordudan uzaklaştırılsın) diye emir verdi. Hıristiyan köylü heyecanla Kanuni’ye sordu: - Ben bu askerin mükafatlandırılması için gelmiştim, siz onu niye cezalandırdınız? - Kursağında, haram lokma bulunan bir askerle zafer kazanılmaz. Bunun için ordudan attım. Eğer aldığı üzümün parasını bırakmamış olsaydı, zalimlerden olurdu. İşte o zaman kellesini bile zor kurtarırdı... Aynı ordu, Belgrat yakınlarında, yine mola vermişti. Askerler, susuzluklarını gidermek, abdest almak için çeşme arıyorlardı. Bir manastırın yakınında çeşme bulup, ihtiyaçlarını giderirken, rahip, birkaç rahibeyi iyice süsleyip, çeşmenin başına gönderdi. Kadınların geldiğini gören askerler, hemen çeşmenin başından çekilip, sırtlarını döndüler, süslü kadınlara yan gözle bile bakmadılar. Bu durumu uzaktan ibretle seyreden rahip, hemen Haçlı kumandanına şunları yazdı: “Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bunlar kadına-kıza, mala-mülke önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini feda ederek, Allah yolunda savaşıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Siz onlardaki bu özellikleri ortadan kaldırmadan, onlarla savaşırsanız, canlarınızdan ve mallarınızdan mahrum kalacağınız açıktır. Kendinizi ölüme atmayınız!”
 Kul hakkına özen gösteren Sultan Süleyman, bu konuya duyduğu titizlik nedeniyle "Kanuni" lakabını almıştır. Budin Seferinden dönen ordu, yolların darlığı sebebiyle tarlalardan geçmek zorunda kalmıştı. Bu sırada bir köylü, elindekini padişahın atının geçtiği yere fırlatınca at ürkmüş, köylü de yakalanarak padişahın huzuruna getirilmişti. Sultan Süleyman köylüye : -Derdin nedir de böyle yaptın? diye sorunca, köylü: -Biz fakir köylüleriz. Askerlerinizden bazıları, bizim yeni ektiğimiz tarlalardan geçtiler. Ya bu zararı ödersiniz, ya da sizi şikayet ederim. demiş. Bunun üzerine Kanuni köylüye: -Peki bizi kime şikayet edeceksiniz? diye sormuş. Köylü: -Siz Kanuni değil misiniz? Sizi kanuna şikayet ederiz. deyince Sultan Süleyman çok memnun olmuş ve hemen köylülerin zararlarını hesaplattırıp zararı ödemiş. 
 Mekke’de bir süre kaldıktan sonra İtalya’nın San Remo şehrine giderek vefatına kadar orada kaldı. Şehzadelik günlerinden tanıştığı devrin İtalya Kralı, Sultan Mehmed Vahidüddin’e istediği bir köşkte oturabileceğini bildirdi. Ancak aldığı cevap çok netti: "Haşmetlü Kral Hazretlerine şükranlarımızı arz ederiz. Gösterdikleri incelik ve civanmertliğe hayranım. Fakat taşıdığım ‘Müslümanların Halifesi’ ünvanı böyle bir yardımı kabul etmeye engeldir." Oysa çok zor günler geçiriyor, bazı geceler aç bile kaldığı oluyordu. Ancak Sultan Mehmed Vahidüddin, bu durum da bile kendi durumunu düşünmüyor, ziyaretine gelen herkese Türkiye’de neler olup bittiğini soruyordu. Aldığı güzel haberlerden sonra verdiği cevap her zaman aynıydı: "Saray ve saltanat yıkılmış ne çıkar, vatan ve millet kurtuldu ya." .BRE DOĞAN Kosova Meydan Savaşı'nda büyük bir bozguna uğrayan Haçlı orduları Macar Kralı Sigismund'un lideliğinde büyük bir birlik oluşturdular. Bu birliğe Avrupa devletlerinin hemen hepsi katılmıştı. 130 bin kişilik bir ordu ile Bulgaristan'a girdiler ve Doğan Bey tarafından korunan Niğbolu Kalesi'ni kuşattılar. Durumu haber alan Yıldırım Bayezıd harekete geçerek yardıma koştu. Kalenin çevresi tamamen kuşatıldığı için herkes merak içindeydi. Her ne olursa içerden bir haber alınmalı ve ona göre hareket edilmeliydi. Bunun için kafa yoran Yıldırım Bayezıd, hiç kimseye haber vermeden bu görevi kendisi yapmaya karar verdi. Gecenin karanlığından faydalanarak atını sürdü ve gitti. Niğbolu Kalesi'nin çevresi karanlıklar içindeydi. Kaleyi kuşatan Haçlı askerlerinin yer yer yaktıkları ateşler havadaki esrarengizliği bir kar daha arttırıyordu. Yıldırım Bayezıd, içki içe içe sarhoş olan devriyeler arasından geçerek kale duvarının yanına kadar geldi ve gecenin sessizliğinden yankılanan bir sesle haykırdı: "- Bre Doğan! Bre Doğan!.." Haçlılara teslim olmayı reddeden Doğan Bey her an tetikteydi ve meraklı bir bekleyiş içindeydi. Duyduğu bu ses merakını büsbütün arttırdı. Evet, yanılmıyordu; bu ses Sultan'ın sesiydi ama nasıl olabilirdi ki? O ses kale duvarlarında bir defa daha yankılanınca heyecan ve sevinç içinde karşılık verdi: "- Buyur saadetlü hünkârım!" "- Bre Doğan, halin nicedir?" "- Halimiz gördüğün gibi Sultanım. Elimizden geleni yapar, kaleyi düşmana vermeyiz!" "- Hele dayanın! İşte biz dahi geldik!.." Yıldırım Bayezıd geldiği gibi geri dönerken kale içinde adeta bayram vardı. Artık moraller yerine gelmiş, düşmana karşı olan dayanma güçleri artabileceği kadar artmıştı. Ya düşman? İçlerinde Yıldırım Bayezıd'ın kale duvarlarında yankılanan sesini duyanlar olmuş ama ne olduğunu anlayamamışlardı. Onlar o sırada, "Osmanlı Padişahı'nın kaçtığını" iddia ediyorlardı. İşi daha da ileri götürerek, "Mısır'daki Memluk Sultanı'na sığındığını" söyleyenler bile vardı. Durumu anladıklarında ise iş işten geçmişti. Ertesi gün Türk Ordusu, Niğbolu önlerinde dünyanın en büyük zaferlerinden birini daha kazandı 
 Yıldırım Beyazit, serkeşlik eden Bulgaristan'ı fethetmişti. Buna içerleyen Macar Kralı Sigismund, başkent Bursa'ya özel elçisini fethi proteto etmek ister. Elçiler Bursa'ya girerler. Geliş çoktan tüm şehirde duyulmuş, gavur görmemiş meraklı halk sokaklara dökülmüştü. Halk süslü koşumlu atlara binmiş elçiyi ve korumalarını izlemekte, bir yandanda gülümseyerek dalga geçiyorlardı: " Vay canına Durak Çavuşum! Görmekte misin ki; koşumlar atlardan, atlar binicilerinden daha değerli... Şu gavurcuklar çok alem vesselam!" "Bunlar niye kadın gibi süslenmişler böyle?" Elçi söylenelerin birkısmını anlar ama bozulduğunu göstememeye çalışır. Zira kral her şart altında diri durmasını emretmişti: "Azametli dur, sert bak, Osmanlı'ların içine korku salmaya çalış! Macar kafilesini görünce yürekleri ürpersin. Padişaha da meydan oku. Hangi hakla Bulgaristan'ı fethetdiğini sor. Üzerine yürü. Yüklenebildiğin kadar yüklen! Beni temsil ettiğini unutma." Elçi kralın söylediklerini içinden tekrarlaya tekrarlaya yeniçerilerin ardından saraya girer. Yıldırım Beyazıt elçiyi huzuruna kabul eder. Elçi önce getirdiği hediyeleri takdim eder ve söze başlar: "Azametlü, kudretlü, asaletlü, fehametlü Macaristan Kralını temsilen..." Sadrazam elini kaldırıp elçiyi susturur: "Sadede gel elçi, bizim boş vaktimiz yok. Ayrıca da biz kuvvet, kudret, azamet kaynağı olan Allah'tan başka hiçbir kuvvet, kudret, azametten korkmayız. Bunu böyle belle ve buna göre kelam et." Macar elçi ne diyeceğini şaşırır ve kekelemeye başlar: " Ama kralımızın ordusu çok büyüktür, o yüce bir kraldır." "Dağ ne kadar yüksek olırsa olsun yel üstünden aşar." "Siz yel değilsiniz ki..." "Evet ama sizde dağ değilsiniz! forumdas.netBize Yıldırım dendiğini duymuşsunuzdur." "İyi ama siz hangi hak ve hangi selahiyetle Bulgaristan'ı işgal ettiniz?" Yıldırım Han bir kur'an ve bir kılıç getirilmesini emreder. Sağ eline Kur'an'nı, sol eline kılıcı alır. Önce sağ elini göstererek: "İşte hak!" Sonra sol elini havaya kaldırıp: "İşte selahiyet!" Sonra elçiye: " Var git şimdi cevabımızı kralına aynen ilet, kendisinden korkmadığımızı söyle. Biz hakkı Kitabimızdan, selahiyetide kılıcımızdan alırız! Allah'a güvenir yalnız Ondan korkarız. Bütün küffar birleşip üstümüze gelse davamızdan dönmeyiz!" 
 Osmanlı'nın muhteşem zamanlarıdır. Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi'ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi'ye gönderir. Mektupta "Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı? Mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır; "Neme lazım be Sultanım!" Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan Süleyman buna herhangi bir mana veremez. "Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana mı vardır?" diye düşünür. Nihayet kalkar Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergahına gelir ve der ki: - Ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al. Yahya Efendi şöyle bir bakar: - Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim. - İyi ama ben bu cevaptan birşey anlamadım. Sadece "Neme lazım be sultanım" demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi. Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar: - Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olsa, işitenlerde 'neme lazım' deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler de bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir... Bunları dinlerken ağlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da Allah'a kendisini ikaz eden bir alim olduğu için şükreder. Bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembih ettikten sonra oradan ayrılır. 
 Çilekeş Osmanlı hükümdarı Çelebi Mehmet, babası Yıldırım Bayezid'in vefatından sonra, önce Amasyada hükümdarlığını ilan etmişti. Ona karşı savaş veren kardeşleri İsa Çelebi ve Musa Çelebi de sonunda mağlup olup idam edilmişlerdi. İşte bundan sonra Çelebi Mehmet Muhtasar Osmanlı Devleti'nin yeni hükümdarı olarak Edirne'de saltanat kurmuştur (Temmuz 1413). Onbir yıl süren ve şehzade kavgalarıyla geçen "Fetret Devri" bu suretle kapanmıştır. Çelebi Mehmed bütün gücüyle Osmanlı Devleti'ni toparlayıp güçlendirme gayretine girmiştir. Çelebi Mehmet son günlerinde Edirne civarında avlanırken, önüne çıkan bir domuza mızrak attığı sırada, vücudunda nüzul (felç) inerek attan düştü. Hasta yatağında vezirlerini çağırıp talimat verdi: "Tez ulu oğlum Murad'ı getirin. Ben artık yataktan kurtulamam. Murad gelmeden ben ölürüm. Memleket birbirine girer. Tedarik edin, benim vefatım duyulmasın." dedi. Henüz on yedi yaşındaki büyük oğlu Şehzade Murat, o sırada Amasya sancak beyi idi. Ona haber salındığında, Sultan Mehmet birkaç gün içinde vefat etti (Mayıs 1421). Şehzade Murat gelinceye kadar, padişahın ölümü 41 gün herkesten saklandı. Olaydan ancak birkaç kişinin haberi vardı. İç organları çıkartılarak ilaçlanan cenaze, elbisesi içerisinde sarayın penceresi önüne loş bir yere yerleştirildi. Arkasına adam konulup, elleri hareket ettirilerek, önünden geçen askerlere canlısı gibi gösterildi. Böylece kargaşa çıkması önlendi. 
 Yavuz Sultan Selim henüz beş-altı yaşlarında bir çoçuktu. Amasya'daki sarayın bahçesinde ok talimi yapıyordu. Yay boyunu aşıyordu ama o bu yaşta attığını vurmaya başlamıştı. Babası Sultan II. Bayezit bir ağacın arkasında onu seyrediyordu. Yavuz son okunu da tam hedefe saplayınca, dayanamadı; saklandığı yerden çıkıp, oğluna sarıldı: -Allah gücüne güç katsın oğlum. Ama niçin yalnızsın? Küçük Selim hayretle: - Yalnız değilim ki Sultan babam; Allah her yerdedir! Aldığı cevap, Bayezit'i şaşırttı ama belli etmedi. Sarayın bahçesi ulu ağaçlarla süslüylü. Ormandan farkı yoktu. - "Oğulcuğum," dedi Sultan Bayezit, " tek başına buralarda dolaşma. Düşmanlarımız var. Allah korusun; san bir kötülük etmek isteyebilirler!" Selim duraklardı. Sonra, iki yaşından beri yanından ayırmadığı küçücük kılıcını çekip: - Pederim! Bu kılıcı süs için bağlamadık. İcap ederse kendimizi korumasını biliriz. Hem pederimizin korkusundan dünyanın öbür ucundaki düşmanın yüreği titrerken sarayın bahçesine girmeye kim cesaret edebilir? II. Bayezit, hayretten donakalmıştı. Onda kimsede olmayan bir şeyler vardı. Vaktinden önce gelişmiş, aklı boyunu aşmıştı. Selim'i, elinden tutup, saraya götürürken; "Hiç şüphem yok. Bu çocuk ilerde ne yapıp edip padişah olacak. Şimdiden ona tahtın yolunu açmalıyım." Böyle düşündü ya, gün gelip Şehzade Selim, istediğini almasını bildi ve Osmanlı'nın Yavuz Sultan Selim'i oldu.
 1517 yılında kazanılan Ridaniye zaferinden sonra kutsal topraklarda huzuru sağlayan Yavuz Sultan Selim ordusuyla birlikte İstanbul'a dönüyordu. Yolculuk sırasında, İbn-i Kemal adıyla tanınan Anadolu Kazaskeri ve ünlü bilgin Kemal Paşazade'nin atının ayağından sıçrayan çamurlar Padişah'ın kaftanını kirletti. Kemal Paşazade mahçup oldu, korktu ve ne diyeceğini şaşırdı. O'nun bu halini gören Padişah tebessümlü bakışlarla süzdükten sonra şöyle teselli etti: "Senin gibi bir bilginin atının ayağından sıçrayan çamur benim için şereftir. Vasiyetimdir ki, öldüğüm zaman bu kaftan bu haliyle sandukamın üzerine konsun!" Padişahın sırtından çıkardığı kaftanın çamurları temizlenmedi, öylece saklandı ve vasiyetine uygun olarak ölümünden sonra sandukasının üzerine örtüldü.
 Mısır seferine gidilirken ordunun korkunç Sina Çölü'nden geçmesi gerekiyordu. Kum fırtınalarının etrafı kasıp kavurduğu, gündüzleri dayanılmaz sıcaklara sahne olurken geceleri dondurucu soğukları davet eden bu çölü dünya da hiç bir ordu geçememişti. Yavuz Sultan Selim ordusuna moral verici sözler söyledikten sonra atını çöle sürdü. Herkes yanındaki suyu idareli kullanıyor, namazlar teyemmüm yapılarak kılınıyordu. Yolculuk böyle sürüp giderken Yavuz Sultan Selim'in bir ara atından indiği ve saygılı bir halde yaya olarak yürüdüğü görüldü. Herkes şaşırmıştı ama, kimse sebebini soramıyordu. Padişahın hiç yanından ayırmadığı Hasan Can durumu öğrenmekte gecikmedi. Padişah O'na şunları söylemişti: "İki cihan sultanı Peygamber Efendimiz önümüzde yaya olarak yürürlerken biz nasıl at üstünde olabiliriz Hasan Can?"
 Oğlu Orhan'a, "Gönül kerestesiyle bir Yenişehir ve pazar yap" diye vasiyet eden Osman Gazi, Yenişehir'in alınmasından sonra orada kurulan Pazar yerini dolaşıyordu ki, Germiyan taraflarından gelen bir adam yanına gelerek şöyle seslendi: "- Beyim, beyim! Yenişehir'in pazar bac'ını bana satın!.." Osman Bey şaşırmıştı; sordu: "- Bac nedir be adam?" "- Yani ki beyim, pazara her kim mal getirirse ondan akçe alayım!.." "- Pazara gelenlerden alacağın mı vardır ki onlardan akçe alacaksın?" "- Beyim! Bu töredir ki, ezelden beri bütün ülkelerde böyledir. Ben alır size veririm, siz de emeğimin karşılığını bana verirsiniz!" "- Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu be adam? Ben onun malına ne koydum ki akçesini alayım? Var git yanımdan da zararım dokunmasın!" Adam yardım uman bakışlarla etrafındakileri süzerken onlar durumu Osman Bey'e anlattılar. Günümüzde belediyelerin pazarcılardan "işgaliye bedeli" adıyla aldıkları vergi o zamanlarda da alınıyordu ve Osman Bey'in başına gelen bu olay konuyla ilgili bir kanunun çıkmasına sebep oldu: "Pazara bir yük getirip satan herkes iki akçe versin. Satamazsa, bir şey vermesin!" Osmanlılarda, atlı askerlere mülk olarak arazi veriliyordu ve bu araziye "Tımar" deniyordu. Tımar sahipleri belli sayıda asker beslemek ve savaş zamanlarında askerleriyle birlikte orduya katılmak zorundaydılar. Daha sonra, yukarıda sözünü ettiğimiz kanun maddesine, tımarla ilgili olarak şöyle bir hüküm eklendi: "Ve dahi her kimse tımar versem, elinden sebepsiz yere alınmaya. O kişi ölürse, tımarı oğluna sefere gidecek yaşa gelene kadar... Ve her kim bu kanuna uyarsa, Allah ondan razı olsun.? 
 İngilizler Hindistan'ı işgal eder, Hindistan Kralı Osmanlı'dan yardım ister. Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği gemiyle Hindistan'a gönderir. 350 kişilik birlikten 20 kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330 Osmanlı askeri Hindistan'a çıkarlar ve İngilizlerle savaşmaya başlarlar. Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı askerleri birkaç günlük mücadeleden sonra teknolojik donanıma sahip İngiliz askerleri karşısında yenik düşerler. 40 kadarı esir alınır, diğerleri de savaşta şehit olur. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askeri İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bu gemi bir seferinde Avustralya'ya uğrar. İki Osmanlı esiri bir yolunu bulup kaçarlar. Bir süre sonra, adı Karadeniz diyarından Menteşeoğlu Abdullah olan, baba mesleği dondurmacılığa başlar. Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de Kasaplık yapar. Birinci dünya savaşında Avustralya Çanakkale'ye asker çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar. Hemen buluşup durum değerlendirmesi yaparlar. Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya'da yaşıyoruz. Avusturalya devleti Osmanlı'ya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş. Bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler. Alırlar kağıdı kalemi ve yazarlar: Sayın Avustralya Başkanı Eksalans hazretleri; Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki devletimiz Osmanlı'ya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale'ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir Osmanlı fermanıdır. Ekselansların bilgilerine duyurulur. Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Menteşeoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney'in 250 km. uzağında Karlıdağlar denilen bölgede önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 treni devirirler. Üçüncü tren kazasında askeri muhimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basarlar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar. Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralya devletinin sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve mektubun atıldığı bölgeye 250 kadar asker gönderirler. İki Osmanlı askeri aranmaya başlanır. Bir kaç gün sonunda sıcak çatışma olur ve Osmanlı askerleri bu Karlıdağlar da şehit edilir. İki askerin mezarı şu an da Sidney'e 250 km. uzakta Karlı Dağlar'da. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriyle savaştık demek zorlarına gittiği için bu askerlere Hindistan asıllı diyorlar. Oysa Hindistan'da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz diyarı diye bir bölge yok.
 Yıldırım Beyazit, serkeşlik eden Bulgaristan'ı fethetmişti. Buna içerleyen Macar Kralı Sigismund, başkent Bursa'ya özel elçisini fethi proteto etmek ister. Elçiler Bursa'ya girerler. Geliş çoktan tüm şehirde duyulmuş, gavur görmemiş meraklı halk sokaklara dökülmüştü. Halk süslü koşumlu atlara binmiş elçiyi ve korumalarını izlemekte, bir yandanda gülümseyerek dalga geçiyorlardı: "Vay canına Durak Çavuşum! Görmekte misin ki; koşumlar atlardan, atlar binicilerinden daha değerli... Şu gavurcuklar çok alem vesselam!" "Bunlar niye kadın gibi süslenmişler böyle?" Elçi söylenelerin birkısmını anlar ama bozulduğunu göstememeye çalışır. Zira kral her şart altında diri durmasını emretmişti: "Azametli dur, sert bak, Osmanlı'ların içine korku salmaya çalış! Macar kafilesini görünce yürekleri ürpersin. Padişaha da meydan oku. Hangi hakla Bulgaristan'ı fethetdiğini sor. Üzerine yürü. Yüklenebildiğin kadar yüklen! Beni temsil ettiğini unutma." Elçi kralın söylediklerini içinden tekrarlaya tekrarlaya yeniçerilerin ardından saraya girer. Yıldırım Beyazıt elçiyi huzuruna kabul eder. Elçi önce getirdiği hediyeleri takdim eder ve söze başlar: "Azametlü, kudretlü, asaletlü, fehametlü Macaristan Kralını temsilen..." Sadrazam elini kaldırıp elçiyi susturur: "Sadede gel elçi, bizim boş vaktimiz yok. Ayrıca da biz kuvvet, kudret, azamet kaynağı olan Allah'tan başka hiçbir kuvvet, kudret, azametten korkmayız. Bunu böyle belle ve buna göre kelam et." Macar elçi ne diyeceğini şaşırır ve kekelemeye başlar: "Ama kralımızın ordusu çok büyüktür, o yüce bir kraldır." "Dağ ne kadar yüksek olırsa olsun yel üstünden aşar." "Siz yel değilsiniz ki..." "Evet ama sizde dağ değilsiniz! Bize Yıldırım dendiğini duymuşsunuzdur." "İyi ama siz hangi hak ve hangi selahiyetle Bulgaristan'ı işgal ettiniz?" Yıldırım Han bir kur'an ve bir kılıç getirilmesini emreder. Sağ eline Kur'an'nı, sol eline kılıcı alır. Önce sağ elini göstererek: "İşte hak!" Sonra sol elini havaya kaldırıp: "İşte selahiyet!" Sonra elçiye: "Var git şimdi cevabımızı kralına aynen ilet, kendisinden korkmadığımızı söyle. Biz hakkı Kitabimızdan, selahiyetide kılıcımızdan alırız! Allah'a güvenir yalnız O'ndan korkarız. Bütün küffar birleşip üstümüze gelse davamızdan dönmeyiz!" 
 Orhan Gazi'nin padişah olmasından sonra (726/1326), ilk fethedilen yer Üsküdar'ın doğusundaki Semendire (Samandıra) kalesi olmuştu. 728 (1328) tarihinde Konur Alp ile Abdurrahman Gazi, Semendire'nin güney tarafındaki Aydos hisarı fethine gönderildiler. Bir hayli sarp bir kale olan Aydos hisarının fethine hemen muvaffak olamadılar. Aydos tekfurunun güzel bir kızı vardı. Bir gece rüyasında derin bir kuyuya düştüğünü gördü. "Gördü ki bir civân-i nurânî çıkageldi halâs için ânı." Bu haldeyken güzel bir yiğit geldi, elini uzatıp kızı çıkardı. Sabahleyin hisarın burcundan etrafı seyreden kız, Abdurrahman Gazi'yi gördü ve onun rüyada kendisini kurtaran yiğit olduğunu anladı. O anda İslâm dini kalbinde yer etti ve hemen bir kağıda durumunu açıkça yazdı. İslâm dinine gireceğini bildirerek: "Eğer kalenin fethi muradınız ise, firar ediyormuş gibi buradan geçip gidiniz. Falan gece hisar dibine geliniz. Sizin için bu kalenin fethi kolayca mümkün olur." diye yazarak, kağıdı bir taşa sağlamca sardı, İslâm askerlerinin bulunduğu tarafa fırlattı. Atılan taş, askerler içindeki Akça Koca'nın atının ayağına dokundu. Akça Koca, "bu taşı atan boşuna atmaz" diyerek atından indi, taşı aldı. Abdurrahman Gazi'nin yanına geldi. Rumca bilen birine yazıyı okuttular. Durumu anlayan Osmanlı askerleri, bir hile ile firar ediyormuş gibi yaparak, oradan uzaklaştılar. Kaledeki düşmanlar onların kaçtığını zannederek işi gevşettiler, zevk ve safa ile meşgul olmaya başladılar. Abdurrahman Gazi ise kararlaştırılan gecede seksen arkadaşıyla kale burcunun altına geldi. Kız da burcun üzerinde onları bekliyordu. Aşağıya uzunca ve sağlam bir kement sarkıttı. Abdurrahman Gazi birkaç arkadaşıyla kemende sarılıp kaleye tırmandı. Önce kapıdaki muhafızları kılıçtan geçirip kale kapısını açtılar. Bütün gaziler içeri hücum etti. Böylece gece yarısından sonra Aydos kalesi Osmanlıların eline geçti. Bu kız Abdurrahman Gazi ile evlendi. Ondan doğan Kara Abdurrahman adlı yiğit, zamanla düşmanın korkulu rüyası oldu. Çocuklarını onunla korkuturlardı.
 Alman İmparatoru Şarlken'le, 24 Şubat 1525'de yaptığı Pavye Savaşı'nda yenilerek esir düşen Fransa Kralı Fransçois ve annesi Düseş Dangolen, büyükelçi Kont Jan de Franjipan ile Kanuni'ye birer mektup gönderirler. Kraliçenin mektubu şöyledir: Şimdiye kadar oğlumun kurtuluşunu Şarlken'in insafına bırakmıştım. Fakat Şarlken oğluma hakaretler etmektedir. Dünyaya geçen hükmünüz, cihanın bildiği azamet ve şanınızla oğlumun kurtulmasını temin etmenizi zat-ı şahanenizden niyaz ediyorum. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman Kraliçe ve esir François'ya birer mektup gönderir. Mektupta kısaca şunlar yazılmaktadır: Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Françesko'sun. Sarayıma elçin ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp, memleketinize düşman girip, hala hapiste olduğunuzu bildirerek, kurtulmanız hususunda tarafımdan yardım ve meded istida eylemişsiniz. Padişahların mağlup olması ve hapsolması tuhaf değildir. Gönlünüzü hoş tutup üzülmeyesiniz. Gece gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve iradatı neye müteallik olmuş ise vücuda gele (Allah'ın istediği gibi olur.) Mohaç Savaşı sonucunda dersini alan ve Viyana kuşatması ile de iyice gözü korkutulan Alman İmparatoru Şarlken, François'yı serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Kanuni'nin mektubunda dikkati çeken nokta, Fransa Kralı'na "Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Françeskosun" şeklindeki hitabıdır. Bu, Kanuni'nin Fransa'yı küçük bir vilayet, Fransa Kralı'nı da bir vali olarak görmesinin bir ifadesidir. 
 Sultan Murad Han o gün bir hoşdur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar: - Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var ? -- Akşam garip bir rüya gördüm. - Hayırdır inşallah?.. -- Hayır mı şer mi öğreneceğiz. - Nasıl yani? -- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar; -- Kimdir bu? Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhusun biri işte!.. -- Nerden biliyorsunuz? - Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası tafsilata girer; - Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. - isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu : -- Nereye? - Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım. -- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek. - İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden. -- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha. - Peki ne yapmamı emir buyurursunuz? -- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından. - Aman efendim, nasıl kaldırırız? -- Basbayağı kaldırırız işte. - Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini... -- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız. - Şurada bir mahalle mescidi var ama... -- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin? - Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden... -- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır. - Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba... -- Nasıl yani?.. - Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?.. -- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. - Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından... - Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!.. -- Niye? - Ümmeti Muhammed içmesin diye... -- Hayret... - Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum... -- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki... - Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli... -- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi? - işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada... -- Doğru, öyle ya?.. - Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? -- Peki o ne dedi? - Önce uzun uzun güldü, sonra; - Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
 19.yüzyılda Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı. O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar. Mektupta şöyle denmektedir: "Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın." Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar: "Fransızlar korkak ademlerdir. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir." Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir." Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: "Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir." Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi temsilen kutlarlar.
 Kul hakkına özen gösteren Sultan Süleyman, bu konuya duyduğu titizlik nedeniyle "Kanuni" lakabını almıştır. Budin Seferinden dönen ordu, yolların darlığı sebebiyle tarlalardan geçmek zorunda kalmıştı. Bu sırada bir köylü, elindekini padişahın atının geçtiği yere fırlatınca at ürkmüş, köylü de yakalanarak padişahın huzuruna getirilmişti. Sultan Süleyman köylüye: -Derdin nedir de böyle yaptın? diye sorunca, köylü: -Biz fakir köylüleriz. Askerlerinizden bazıları, bizim yeni ektiğimiz tarlalardan geçtiler. Ya bu zararı ödersiniz, ya da sizi şikayet ederim. demiş. Bunun üzerine Kanuni köylüye: -Peki bizi kime şikayet edeceksiniz? diye sormuş. Köylü: -Siz Kanuni değil misiniz? Sizi kanuna şikayet ederiz. deyince Sultan Süleyman çok memnun olmuş ve hemen köylülerin zararlarını hesaplattırıp zararı ödemiş. 
 Mısır'ın fethinden sonra esir Memluk kumandanlarından Kayıtbay Yavuz Sultan Selim'in huzuruna getirilmişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti: "- Söyle bakalım Kayıtbay, cesaret ve kahramanlığın ne işe yaradı?" "- Cesaret ve kahramanlığım hâlâ var ey Sultan! Yalnız, bize ne yaptıysa ordunuzdaki toplar yaptı!" "- Anlamadım!.." "- Berberilerden biri, Venedik'ten top getirerek bize satmak istemişti de, Peygamberimizin, "ok ve kılıç kullanın" şeklindeki emrine aykırıdır diye satın almamıştık. O satıcı bize, "Yaşayan görecektir ki, memleketiniz top yüzünden elinizden çıkacaktır" demişti. Meğer doğruyu söylemiş!" "- Din kaidelerine böylesine bağlı idiniz de, Allah'ın, "Düşmanın silahına aynı silahla karşılık veriniz" emrine neden uymadınız? Bilmez misiniz ki, "Ok ve kılıç kullanın" demek "Başka silah kullanmayın" demek değildir. O zaman o silahlar varmış, şimdi de bu silahlar var!" Kayıtbay başını önüne eğdi ve sustu.

ERSAĞ ERSAĞ ERSAĞ

ERSAĞ  ERSAĞ  ERSAĞ
ERSAĞ ERSAĞ ERSAĞ