ÜYE OLMAK İÇİN ALTTAKİ LİNK İ TIKLA

SULTANLARDAN

 Orhan Gazi Ve Geyikli Baba Orhan Gazi gittiği yerlerde garipleri ve derviş kişileri arayıp sorardı. Bir gün, İnegöl'de bulunan baba dostu Korkut Alp O'na haber göndererek, - "Keşiş Dağı çevresinde geyiklerle gezip söleşen ve Geyikli Baba adıyla anılan bir devrişin olduğunu" bildirdi. Orhan Gazi hemen adamlarını gönderip Geyikli Baba'yı davet etti ama o mübarek zat bu daveti kabul etmedi. Orhan Gazi adamlarını tekrar gönderip sebebini sorunca Geyikli Baba şu cevabı verdi: "- Dervişler kalp ve göz ehli olurlar da her işin zamanını gözetirler. Vakti gelince davete uyarlar ki, gittikleri zaman duaları makbul ola!" Günlerden bir gün, Geyikli Baba kavak ağaçlarından birini köküyle birlikte sökerek Bursas'nın yolunu tuttu; sarayın avlusuna girdi ve kapının iç tarafına bu ağacı dikmeye başladı. Durumdan haberdar edilen Orhan Gazi oraya geldiğinde ağaç dikilmişti. Derviş şöyle seslendi: "- Bu ağaç bizim hediyemizdir ve burada durdukça dervişlerin duası sana ve soyuna makbuldür!" Sonra durup duasını yaptı ve geldiği yere doğru gitmeye başladı. Arkasından koşup yanına varan Orhan Gazi ile aralarında şöyle bir konuşma oldu: "- Derviş Koca! Şu eyleştiğin, dağında dolaştığın İnegöl yöresi senin olsun!" "- Mal da, mülk de Allah'ındır Bey! O. ehline verir. Biz mal ve mülk ehli değiliz." "- Peki, mal ve mülk ehli kimlerdir?" "- Hak Teala, dünya mülkünü senin gibi hanlara ısmarladı. Malı da iş ehline ısmarladı ki, kulları birbirleriyle işlerini göreler." "- Derviş Koca, benim sözümü de tutsan ne olur? Arkadaşların için şöyle bir parçacık yer de mi kabul etmezsin?" "- Peki, kalbin kırılmasın Bey! Şu tepecikten berisi dervişlerin avlusu olsun, yeter!" Orhan Gazi oldukça rahatlamış olarak geri döndü. Geyikli Baba öldükten sonra kabrinin üstüne bir türbe, yanına da bir tekke ile mescid yaptırdı. Geyikli Baba'nın saray avlusuna diktiği kavak ağacı gelen her padişah tarafından korunup gözetilerek ulu bir ağaç oldu. "Geyikli Baba Tekkesi" de o gün bu gün varlığını korudu ve hep ziyaret edildi 
 Kanuni Sultan Süleyman’ın naaşı tam mezarına bırakılacaktır ki, elindeki çekmeceyi tabutun yanına sıkıştırmaya çalışan bir saray ağası Ebussuud Efendi’nin dikkatini çeker, mübarek derhal müdahale eder: -Dur bakayım! der, -Neler oluyor orada? Saray ağası: -Bu emaneti mezara bırakmam gerek. -Olmaz! Böyle bir şey caiz değil. -Sultanımız vasiyet ettiler ama. -Vasiyet mi? İçinde ne var acaba? -Bilmiyorum efendim. -Ver bakayım şu çekmeceyi. Adamcağız uzatır, Şeyhülislam uzanır. Lakin tam o sıra kalabalık dalgalanır, çekmece yere düşer. Ortalığa yüzlerce kağıt yayılır. Ebussuud Efendi bunlardan birini eline alır. Altında kendi mührünü görmez mi? Gözü kararır, rengi uçar. Benzinde tek damla kan kalmaz, bildiğiniz kül kesilir. Hemen oracığa çöker, yumruklarını şakaklarına dayar. Zor duyulan bir sesle: -Ah Süleyman ah! der, Sen kendini kurtardın. Bakalım Ebussuud ne yapacak?
 Yavuz Sultan Selim Han bu beyiti Şah İsmail'e yazmıştır. Hikayesi şöyledir: Yavuz şiire, edebiyata ve satranç oynamaya meraklı biridir. Aynı şekilde Şah İsmail'de de bu özellikler vardır. Sarayında ünlü şairleri barındırır ve çok iyi satranç oynar. Bunu bilen Yavuz Şahın şahın bu özelliğinden yararlanmak ister. Tebdili kıyafetle (gezgin bir abdal kılığında) şahın ülkesine gider. Hanlarda , Kervansaraylarda satranç oynayarak önüne geleni yener. Haber şaha ulaşır. Şah der ki çağırın birde benimle oynasın. Yavuz Şah'ı da yener. Şah sinirlenir ve Yavuz'a der ki: " sen edep nedir bilmez misin? Hiç şahlar mat edilir mi?" Elinin tersiyle Yavuza bir tokat atar. Şahın kızdığını anlayan Yavuz onu yücelten şiirler okumaya başlar. İşte şahın huzurundan ayrılırkende bu şiiri okur. Ancak Şah İsmail hala onun Yavuz Sultan Selim olduğunu anlamamıştır. Yavuz yediği tokatın acısını unutmaz. Birkaç sene sonra Çaldıran'da Şah İsmail'i yener ve ona bir mektup gönderir. Mektupta o günkü tokadın acısını aldığını söyler ve ilave eder: " atacaksan tokadı böyle atacaksın. " Aslında Yavuz bütün olanları şiirinde Şaha anlatmış ancak Şah anlamamıştır. Herkesin dost olmayacağını bir gün böyle kişilerin karşısına serdar olarakta çıkabileceğini söylemiştir.
 Sekiz ay süren Mısır seferi sona ermiş, dönüş yolculuğu başlamıştır. Yavuz Sultan Selim dönüşte hocası Anadolu Kazaskeri İbn-i Kemal’in yanında bulunmaktadır. Hem yol almakta hem de hocasına merak ettiği meseleleri sorup onun ilminden faydalanmaktadır. Ordu ilerlerken bir ara çamurla kaplı bir sahadan geçilir. Bu arada hiç beklenmedik bir hadise olur ve Kemalpaşazade’nin atının ayağı sürçer. Yerden sıçrayan çamurlar Yavuz’un kaftanını kirletir. Herkesin yüreği ağzına gelmiş, ne olacağını birbirine sormaktadır. Büyük âlim Kemalpaşazade ise başını önüne eğmiş, endişeli gözlerle beklemektedir. Koca Yavuz, değerli hocasının edebi ve mahcubiyeti karşısında kızarır ve ilme ne kadar değer verdiğini anlatan şu sözleri söyler: “Hocam üzülmeyiniz! Sizin gibi bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir ziynettir.” Ve kaftanını çıkarıp yaverine uzatırken: “Vasiyetimdir, öldüğüm zaman bu kaftanı sandukamın üzerine sersinler!” diye emir buyurur. Gerçekten de ulu hakanın vasiyeti yerine getirilmiş ve sözü edilen kaftan Yavuz Sultan Selim’in sandukasını süslemiştir. Yavuz Sultan Selim Han'ın Rüyası Bir gece yatağımda uyuyakalmışım. Sabah namazını kıldıktan sonra hizmetlerine koştum. -Bu gece görünmedin, ne işteydin? diye sordular. Birkaç gecedir uykusuz kaldığım için, bu gece gaflete geldiğimi ve hizmetlerinden mahrum olduğumu özürle beyan ettim. -İmdi, ne düş gördünse beyan eyle, buyurdular. -Arza kabil bir düş görmedim, diye cevap verdim. Tekrar buyurdular ki: -Bu ne sözdür? Bir geceyi tamamen uyku ile geçiresin de, bir vakıa görmeyesin. Herhalde görmüştür. Başka vadide biraz konuştuktan sonra tekrar bana dönerek: -Abes söyleme. Herhalde bu gece bir vakıa görüşmüştür. Söyle gizleme! dedi. Her ne kadar düşündümse de görmüş olabileceğim bir şey aklıma gelmedi. İşe yarar bir şey görmediğime yemin ettim. Sultan, mübarek başlarını sallayarak hayret gösterdiler. Ben de "sebebi ne olabilir?" diye hayret ettim. Hemen sonra Kapuağası ' nın dairesine bir iş için beni gönderdiler. Oraya vardığımda gördüm ki Hazinerdar başı Mehmet Ağa, Kilercibaşı, Sarayağası ve Kapuağası Hasan Ağa adetleri üzerine otururlar. Ama kapuağası Hasan Ağa düşünceli ve şaşkın bir vaziyette başını öne eğmiş, gözleri yaşlı, olarak oturuyordu. Bu zat esasında, sessiz hallerine benzemiyordu. Bir kimsenin vefat etmiş olduğunu zannettim. -Ağa hazretleri kalbiniz gamlı, gözünüz yaşlı görünür. Sebebi ne ola? dediğimde, -Hayır bir şey yok, diye gizlemesi üzerine Hazinedarbaşı: -Kardeş, Ağa'ya bu gece bir vakıa olmuş da o uykunun sarhoşluğundadır., dedi. Bunun üzerine: -Allah için haber verin, padişahımız elbette vakıa görmüşsündür, söyle diye bu benden anlatmamı istediler. Herhalde zorlama asılsız değildir. İyi armağandır anlatınız dedim. Rüyayı nakletmesi için ağayı sıkıştırdık. Ağa utanma hissi ağır basan bir şahıs olduğundan anlatmaktan kaçındı ve: -Benim gibi yüzü kara günahkarın ne rüyası olur ki padişahın huzurunda anlatmaya değsin, kerem edin bana bu teklifte bulunmayın, dedi. Biz sıkıştırmaya, o da vazgeçirmek için yalvarmaya devam etti. Nihayet Mehmet Ağa: -Nice söylemezsin, bize anlattığı da buna memur olduğunu naklettim. Gizlenmesi ihanet olmaz mı? deyince, Ağa sırrının mührünü açıp anlattı. -Bu gece rüyamda gördüm ki, eşiğinde oturduğumuz bu kapıyı hızlı hızlı çaldılar. "Ne haber var" diye ileri baktım, vardım; kapı, dışarısı görünecek fakat bir adam sığmayacak kadar az açılmış. Taşlık, ucu sarkıtılmış sarıklı nurani kimselerle dolu, elleri bayraklı ve silahlı mükemmel şahıslar. Kapının dibinde, elleri sancaklı dört nurani kimse durur. Kapıyı vuranın elinde Padişah' ın Aksancağı var. Bana dedi ki : -Bilir misiniz niye gelmişiz? Ben de : -Buyurun, dedim. Dedi ki : -Bu gördüğün kimseler Resulullah (s.a.v.)' ın ashabıdır. Bizi Hazret-i Resulullah Selim Han' a selam etti ve buyurdu ki : Kalkıp gelsin ki Haremeyn hizmeti ona buyruldu. Gördüğün dört kişiden, bu Ebu Bekr-i Sıddıyk, bu Ömerü'l Faruk, bu Osman-ı Zi'n-Nureyn' dir. Seninle konuşan ben ise, Ali bin Ebi Talib' im. Var, Selim Han' a söyle dedi ve nazarımdan galip oldular. Ben dehşetle kendimden geçip tere batmış ve sabaha kadar baygın yatıp kalmışım. Oğlanlar, teheccüd zamanında mütad üzere kalkmadığımı hastalığa yormuşlar ve sabah namazı vakti geçeceği zaman gelip beni uyarmak için yapmışlar, görmüşler ki suya düşmüş gibi ıslak yatarım. Elbise değiştirmek için yenilerini getirip o aralık, beni uyandırmışlar. Aklım başıma gelince, acele ile kalkıp namaza yetiştim. Ama tamamen sükunete eremedim. Ağa bunları anlatırken ağlıyordu. Padişah' ın beni istediğini bildirdiler, derhal huzurlarına gittiğimde, o hizmeti sual etmeyip tekrar yeni rüyadan bahis açarak: - Şu senin bu gece sabaha dek uyuyup bir vaka görmediğin bana tuhaf gelir. Hemen şöyle hayvan gibi yatıp uyudun mu? Dedim ki: -Padişahım, vakıayı bu Hasan kulunuz (Hasan Can) görmediyse bir Hasan kulunuz (Kapıağası Hasan Ağa) görmüş. Emriniz olursa arz edeyim. Buyurdular ki : -Söyle görelim... Ben de hadisenin tamamını naklettim. Ben anlattıkça mübarek çehreleri kızarmaya başladı ve vararak mübarek gözlerine yaş geldi. Bitirince buyurdular ki : -Derd -mendin safa' yı meşrebi (Zavallının tıynetinde safiyet) varmış, sen onu bize methettikçe "Bir kimseyi ibadet eder görürsün hemen veli sanırsın" diye seni alaya alırdık, boşuna methetmezmişsin ... Ve devamla : -Biz sana demez miyiz ki, biz bir tarafa memur olmadan (emir verilmeden) hareket etmemişizdir. Atalarımız vilayetden behre-mendler idi (velilikden nasip sahibiydiler) , kerametleri vardır. İçlerinde biz onlara benzemedik .. diyerek kendilerini küçük göstermeye çalıştılar. Bu rüyadan sonra Arap Seferi hazırlıklarına başladılar... 
 Sultan Birinci Ahmed'in oğlu olan Osmanlı Padişahı İkinci Osman, 1603-1622 yılları arasında yaşamıştır. Rivayet edildiğine göre, bir gece Genç Osman rüyasında tahtta oturmuştur; Kur'an okumaktadır. Birden kapı açılır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) zuhur eder. Fakat son derece hiddetlidir. Yaklaşır ve onu bir tokatla çekip aşağı atar. Perişan bir hale gelen Osman, şefaat diler, fakat kabul olunmaz. Uyandığı zaman üzüntüsünden ağlaya ağlaya bitap hale gelir. Daha sonra rüyasını ileri gelen alim ve zahid kişilerden Azız Mahmud Hüdai ve Ömer Efendi'ye anlatır.İki gün sonra Eyyub Sultan Hazretlerinin türbesine gidilir, kurbanlar kesilir. Fakirler ve kimsesizler yedirilip içirilir. Aziz Mahmud Hüdai, onun birtakım hayırsız işlere giriştiğini bildirir ve rüyasının buna işaret ettiğini ifade eder. İkinci Osman, İstanbul' da kalmak istemeyerek çekilmek ister. Aziz Mahmud Hüdai' den izin ister; fakat bu izin verilmez. Padişah hacca gitmeyi, oradan Suriye'ye gelerek burada kuracağı büyük bir orduyla İstanbul'a avdet edip Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırmayı tasarlar. Bu konuda kendisini ikaz eden ve "Hacdan sonra adaletle hükmetmek gerekir. Kaldı ki, büyük bir Fitne de zuhur edebilir." diyen Aziz Mahmud Hüdai'ye kulak vermez. Planını da gizli tutmadığı için fitneye sebep olur. Çok geçmeden Yeniçeri ve Sipahiler ayaklanıp onu tahttan indirirler ve Yedikule zindanlarında boğularak öldürülür. 
Ertuğrul Gazi, bir gün Akça Koca'yla beraber oturmaktadır. Dalgın duran Ertuğrul Gazi'ye Akça Koca sorar: "Hayırdır Efendim, pek dalgın duruyorsunuz?." "Hayırdır inşallah Akça Kocam... Dün gece bir rüya gördüm. Bir ocağın başında oturmuşum. Ocaktan etrafa alevlı yükseliyor. Ocağa dikkatle bakıyorum. Ocaktan temiz ve ab-ı hayat gibi bir su, yol yaparak ilerliyor; gittikçe çoğalıyor, genişliyor ve aşağılara inerek ovada topIanıyor.Ben ne olacak diye heyecan içinde iken tam bir derya haline geldi. Buna hayret ederim." Akça Koca sakalını sıvazlarken neşeli görünüyordu: "Gözün aydın olsun gazim! O ocak sensin. Gönlün Allah'u aşkı ve muhabbeti ile alev alev yanmaktadır. Müjdelerin seni! Gün gelip senin bir oğlun olacak, o gördüğün billur su kaynağı misali, derya gibi bir devlet kuracak. Bu devlet bütün bir cihana hakim olacaktır. Rüya, bilindiği gibi gerçekleşmiş, altı asır bütün cihana adalet, insanlık ve birbirinden güzel eserler sunacak olan Devlet-i Aliye-i Osmaniye zuhur etmiştir.
Hizmet ruhu içinde gelişip yetişen ve kazanmış olduğu muazzam zaferlere kapılıp devlete başkaldırmayan Barbaros Hayreddin Paşa, bileği kadar inancı kuvvetli bir şahsiyettir. Hayreddin Paşa'nm asıl adı "Hızır" dır. Hayırlı işlere giriştiği ve darda kalanların imdadına Hızır gibi yetiştiği için "Hayreddin" adını ona Kanuni Sultan Süleyman vermiştir. Kendisi, ilgili eserinde, Osmanlı'ya son derece bağlı olduğunu bildirmekte ve oğullarına da şu vasiyeti bırakmaktadır: "Oğlum! Bu ocak, çok büyük bir ocaktır. Sakın ihanet edip padişah bedduası almayasınız! Padişah duası bir iksirdir." Göbekli Burcu için günlerdir hazırlık yapılmaktadır.Fakat üç ay geçtiği halde burçların fethi gerçekleşemez.Barbaros Hayreddin Paşa, eserinde, bir gece, ibadetinden sonra son derece Mevla'ya yalvarıp yakardığını bahseder:"Ya Rab. Şüphesiz, her işi kolaylaştıracak olan, ancak Sensin. Şu burçların fethini bize müyesser eyle! Beni din ve düşman içinde hakir koyma! Nusret ve kuvvet sendendir ey Rabbim! Sana sığındım. Beni salih kulların arasına kat."Paşa, bilahare o hal üzere uyuduğunu, bir müddet sonra da bir rüya gördüğünü anlatır. Rüyasında nur yüzlü bir ihtiyar gelmiş ve ona hitaben, "Ey Hayreddin! Niçin gam ve kasavet çekersin? Gönlünü halas tut. Her şeyin mutlaka bir vakti zamanı vardır; saati gelmeden kuş dahi uçamaz. Uzaktan feryat etmenin bir faydası yoktur. Filan gece askerlerini teknelere doldurarak ada üzerine çıkart. Çıkar çıkmaz da siperlerine girsinler. Filan tarafta da kalenin kendi lağımları vardır. O lağımları aldığınız zaman burçlar sizindir. Hakk'ın izni kuvvetiyle böylece hareket edesin." der. Sabah olunca, Hayreddin Paşa, Allah' a hamd-ü senada bulunur ve rüyada aldığı talimat üzerine hareket eder. Türkler metrisleri alınca, kafirlerin saç ve sakallarını yoldukları görülür. "Barbaros bize hile yaptı!" diye bağrışıp ter ter tepinirler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ERSAĞ ERSAĞ ERSAĞ

ERSAĞ  ERSAĞ  ERSAĞ
ERSAĞ ERSAĞ ERSAĞ